24 Aralık 1945’te dünyaya gelen Ian Fraster, yani bizim tanıdığımız adıyla Lemmy Kilmister, müzikle ilk tanıştığında henüz dokuz yaşındaydı. Bundan üç dört yıl sonra Lemmy gitarını kaptığı gibi ilk grubu Rainmakers and Motown ile çalışmalara başladı. “Black&The Rock in Vicars” veya sonraki adıyla “Vicars” adlı ikinci grubunu kurduğunda ise henüz 19 yaşındaydı. Daha sonra sırasıyla “Sam Gopal’s Dream” ve “Raga Rock” adlı gruplarda çalan, “Raga Rock” grubuyla bir de “Opal Butterfly” adlı albüm çıkaran Lemmy’nin bir sonraki durağı ünlü grup Hawkwind olacaktı. Basçı eksikliği yüzünden gruba misafir sanatçı olarak alınan Lemmy, Hawkwind’in beş albümüne imza atmış ve grubun vazgeçilmez elemanlarından biri olmuştu.
Fakat Lemmy’nin Amerika - Kanada sınırında üzerinde uyuşturucu yakalatması Hawkwind’den atılmasına neden oldu. Kötü gibi görünen bu olay aslında bir efsanenin, Motörhead’in temellerinin atılmasıydı.
Lemmy bu gelişmeden sonra Bastards adinda bir grup kurdu. Menejerinin önerisiyle grubun ismi Lemmy’nin henüz Hawkwind’deyken yazdigi şarkinin adiyla degiştirilerek Motörhead oldu. Lemmy yanina Phlilty Animal Taylor ve Larry Wallis’i de alarak Motörhead’in ilk albümü On Parole’u 1976’da kaydetti. Ne var ki bu albüm ancak 1979’da yayınlanabilecekti. On Parole ile gördüğümüz kadarıyla grubun soundu klasik rock’n’roll temelleri üzerine oturmuştu ama klasik rock’n’rolldan çok daha hızlıydı.
Daha sonra Fast Eddie Clark’ın gitarın başına geçip, Larry ile yolların ayrılmasıyla Motörhead’in efsanevi triosu oluşmuş oldu. Bu üçlü arka arkaya OverKill, Bomber, Ace of Spades ve Iron Fist adlı dört albümü yaptı. Sonuç tek kelimeyle mükemmeldi. Motörhead bu dört albümle ortalığı kasıp kavurdu. Bu dört ayrı klasik albümü birer veye birer buçuk yıllık aralıklarla yapmıştı grup, ve perfromansının en üst seviyelerindeydi. Grup bu albümlerle saf rock’n’roll’dan daha farklı bir tarza kaymıştı. Rock’n’roll’dan hard rock’a uzanan bir tarzdı bu. Ayrıca grup sadece stüdyoda değil, sahnede de başarılıydı ve şu anda bile en iyi live albümlerinden biri olarak gösterilen “No Sleep ‘til Hammersmith” 1981’de yayınlanmıştı. Bu, kesinlikle mükemmel bir konser albümüydü. Zaten benim Motörhead ile tanışmam da bu albümle olmuştu. 1981’de henüz hayatta değildim ama 1996’da albümü tesadüfen edinip dinlediğimde bu albüm beni fazlasıyla etkilemiş ve bir Motörhead fanı yapmaya yetmişti.
İşte tam grubun bu en verimli çağında Fast Eddie grubu bıraktı. Eddie’siz çıkan Another Perfect Day albümü yine aynı sounddaydı ama vasatı aşamamış bir albüm olarak çıktı fanların karşısına. Üstelik Fast Eddie’nin yerine Thin Lizzy’den gelen gitarist Brian Robertson konserlerde Motörhead klasiklerini çalmayarak fanların büyük tepkisini toplamıştı. Suyu iyiden iyiye ısınan Robertson, gruptan kısa sürede ayrılacaktı. Ama bundan sonra çıkan Orgasmatron ve Rock’n’roll albümleri Another Perfect Day kadar başarısız değildi. İşte OverKill’den Rock’n’roll albümüne kadar olan bölümü Motörhead’in orta evresi olarak tanımlayabiliriz.
Albümler arasında küçük farklar olmasına rağmen genelde bu yedi albümlük seride Motörhead’in tarzı rock’n’roll ve hard rock arasında gidip geldi. Sound rock’n’roll olmasına rağmen ilk iki albümde bile Motörhead klasik bir rock’n’roll grubu değildi. Bunda en büyük faktör ise tabii ki Lemmy’nin o eşi benzeri bulunmayan vokaliydi. Enstrümanlar klasik rock kalıplarında olmasına rağmen Lemmy’nin vokali müziği çok farklı noktalara götürüyordu. Zaten daha sonra Phill Taylor’un dediği gibi Motörhead ne hard rock, ne death metal, ne black, ne white metal değildi, heavy metal hiç değildi. Grup soundunu heavy rock olarak tanımlıyordu.
Motörhead’te köklü değişimler oluyordu. Another Perfect Day sonrası grubu bırakan Phill Taylor Orgasmatron albümünde Pete Gill’e ödünç verdiği bagetlerini Rock’n’roll albümünde geri alacaktı. Ayrıca Orgasmatron albümünde Motörhead bir geleneğini bozuyor, grup ilk kez üç kişiden dört kişiye çıkartılıyordu. Another Perfect Day’deki performans ve tavırlarıyla hem Lemmy’nin hem de fanların sabrını taşıran Brian Robertson yerine gruba iki yeni gitarist dahil olmuştu. Phill Campbell ve Wurzel adlı iki yeni gitaristin etkileri Orgasmatron’da pek belli olmasa da, Rock’n’roll albümünde kendini göstermeye başlamıştı. Rock’n’roll albümünü eline alan fanlar Orgasmatron albümünde yer almayan Phill Taylor’un gruba gelmesini büyük bir sevinçle karşıladılar. Grubun efsanevi bateristi yeniden evindeydi artık. Ve artık bence grubun en verimli kadrosu kurulmuş oldu. Oldu olmasına ama Rock’n’roll albümü yine o eski sounddaydı. Kimsenin buna itirazı yoktu aslına bakarsanız; ama ikinci gitar gereksizdi bu tarz için. Tek gitarla da çok rahat yapılabilirdi bu müzik, ikinci gitar çok fazla katkı sağlayamıyordu.
Lemmy de aynı şeyi düşünmüş olacak ki Rock’nroll albümünden tam dört yıl sonra çıkan 1916 albümüyle birlikte fanlarına çok büyük bir sürpriz yapmıştı. Artık Motörhead orta evresini tamamlamış, bir sonraki evreye geçmişti 1916 albümüyle. Eski Motörhead’ten çok aşırı farklı olmasa da yine de farklıydı bu tarz. Bir kere ikinci gitar çok güzel oturtulmuştu artık sounda. Motörhead’in heavy rock tanımlaması da işte tam bu sırada geldi Phill Taylor’dan. Son derece melodik bir hard’n’heavy albümüydü karşımızdaki. İçinde rock’n’roll’dan heavy metale, blues’dan hard rock’a kadar birçok öğe taşıyordu bu albüm ve sonuç tek kelimeyle mükemmel olmuştu. Benim en sevdiğim Motörhead albümü olan 1916’da eskiden farklı olarak bir de baladlar vardı, Motörhead ilk kez balad deniyordu ve sonuç son derece başarılıydı. Love Me Forever ve epik bir yapıda olan ve albümle aynı adı taşıyan 1916 fanlar tarafından da beğeniyle karşılanmıştı.
1916’dan sonra çıkan March ör Die ve Bastards albümleri (Lemmy’nin içinde kalmış olacak ki albümün adını Bastards koydu) Philty Animal Taylor’un 1916’dan sonra gruptan geri dönmemek üzere tekrar ayrılmasına rağmen aynı başarıyı devam ettirdi. Bu üç albümlük seri gerçekten geçmişteki dört albümlük seri kadar başarılı olmasa da yine de bayağı başarılıydı.
Her çıkışın bir inişi vardır. Motörhead yine üç albümlük bir seriye giriyordu. Grubun dördüncü evresi, Sacrifice albümüyle birlikte başlamış oldu. Sacrifice, diğer albümler kadar başarılı değildi, ayrıca grup o melodik soundunu terkediyordu yavaş yavaş. Kısacası Sacrifice albümü vasatı aşamadı. Sacrifice’dan sonra gelen Overnight Sensation ve Snake Bite Love da Motörhead’in eski günlerini çok ama çok aratıyordu fanlarına. Bu arada Overnight Sensation’da Wurzel’in ayrılmasıyla grup yine üç kişi kaldı. Kaldı kalmasına ama Motörhead’in müziği iyice monotonlaştı. Melodi kayboldu. Fanlar arasında Fast Eddie ve Phill Taylor’u gruba geri isteyenlerin sayısı giderek çoğalmaya başladı. Snake Bite Love yine de çok kötü değildi ama dediğim gibi, eski Motörhead’i aratıyordu. Bu arada özeleştiri yapmam gerekirse, Shit’zine’in ilk sayısında kritiğini yaptığım bu albümü, bir Motörhead fanı olarak, subjektif bir biçimde, Motörhead’e toz kondurmadan kritiklemiştim, gerçekten de toz konduramıyordum. Bence çok felaket bir albüm değildi ama ortada bir gerçek vardı ki Motörhead eski halinden çok uzaklardaydı. Bu üç albümlük evrede rock’n’roll ve blues etkileri kaybolmaya yüz tutmuş, dolayısıyla da ortaya sert ama yavan bir sound çıkmıştı. Melodik parçalar azınlıktaydı ve açıkçası grubu sadece Lemmy’nin o efsanevi sesi , bası ve karizması götürüyordu.